Seduce the Villain's Father - 8.Bölüm
At muazzam bir hızla koştu.
Zar zor nefes alabildim ve ancak Belgoth imparatoruna bakmak için gözlerimi açabildim. Manzara o kadar hızlı değişti ki neredeyse hasta hissettim.
Beni tutan tek şey zırhlı ellerdi. Çok acı vericiydi. İmparatorun sert bir zırh giymesi doğaldı ama bunun hakkında şikâyet edecek cesaretim yoktu.
Kaderim, şimdi beni nereye götürüyorsun?
“sihirli çemberden geçiyoruz! Arkaya düşmeyin!” imparator sıkıca bana tutunurken haykırdı.
Ancak o zaman liderleri olarak bizi takip eden bir sürü at ve sürücüyü fark ettim. Duyulmaya devam edilen ses bütün bir ordunun yerde koşuşuydu.
Gözlerimi zar zor açabildim. Sihirli çember. Ona sihirli çember dedi.
Uzakta göz kamaştırıcı bir ışık vardı. İki atlangıca yayılmış yuvarlak, büyük bir çember. Garip bir yığın ışık hareket eden bir duvar gibi fırıl fırıl dönüyordu.
İmparator emrederken kimse hızını düşürmedi. Belgoth İmparatorluğu’nun Ordusu sihirli çemberden geçmişe benziyordu.
Sezgisel olarak onların Lebovny sınırının ötesinde olduklarını biliyordum.
“—!”
Gelgit dalgası gibi bir ışık geldi. Işık o kadar parlaktı ki hemen ışığı engellemek için gözlerimi ellerimle kapattım.
Bedenim sarsılmıştı ve imparatorun yüksek sesini duyabildim.
“Belgoth’a ulaşana kadar! Koşmayı bırakmayın!
Sonra her şey karardı.
***
Çok şiddetli bir baş ağrım vardı ve etrafımdaki sesleri duyabiliyordum.
“Belki de bedeni büyüye karşı duyarsızdır…”
“Öyle düşünüyorum ama emin değilim…”
İnsanların konuştuğunu duyabiliyordum ama görünüşe göre uzakta olduklarından neler söylendiğini anlayamadım.
Bunalmıştım. Açmakta zorlandığım için gözlerim seğirdi ama yavaşça açabildim.
“!”
Bir süre sonra gözlerimi tamamen açtım ve aynı anda etrafımdaki sesler kesildi. Birçok insanın nefeslerini tuttuğunu duyabiliyordum.
Gördüğüm ilk şey parlayan gümüş saçlardı ve dikkatsizce gözlerimi aşağıya doğru gezdirdim.
Kırmızımsı mor gözlü narin yüz. Keskin bir burun ve dudaklar. Ve hassas görünmeyen pürüzsüz bir çene.
Hmm. Yakışıklı adam.
“…Uyanmışsın.” Yakışıklı adam konuştu ve ben sadece sersemlemiş bir biçimde bakabildim.
O bir ünlü değil ama yine de Yerenica’dan daha güzel. Kaç yaşında olduğunu merak ediyorum, belki yirmilerinin ortasındadır.
O çok çekici ve cezbedici bir şekilde başıboş.
Gümüş saçlar, gümüş zırh. Bunların arasında sadece kırmızımsı mor gözler ışıl ışıl parladı.
“Prenses.” Yakışıklı adam konuştu.
Bir aptal gibi gülümsedim ama adam kaşlarını çatıyordu. Onun dönüp birine bir şeyler sorduğunu duydum.
“Onun neyi var?”
“ Öncelikle onu muayene etmeme izin verin…”
Büyük beyaz sakallı bir adam yanıma geldi. Tek camlı bir gözlük takıyordu. Bir gözle ne kadar görebilirsin? Belki de görüşü kötü değildir ama gözlükler çok küçüktür.
“Prenses bir süreliğine bana izin verir misiniz?” kollarını sıvarken yaşlı adam sordu.
“…”
O anda, aklım bana döndü. Kafamdaki bulanıklık yavaş yavaş kayboluyordu.
Baş ağrısının geri döndüğünü hissederken yüzümü ekşittim.
Bu da ne? Yol mu tuttu?
Ama hemen bu düşünceyi sildim. Bir şeyler yanlıştı. Baş ağrısı daha da öne çıkmaya başlamıştı.
“Uğh”
Kafamdaki çatlayan acı çok şiddetliydi. İlk kez böyle bir baş ağrım oluyordu.
Ani bir beyaz ışık gözlerimin önünde parladı ve bedenim acı içinde yitip giderken bağıramadım bile. Hiçbir şey yapamadım. Sert ve soğuk bir şey hissettim ve ona tutundum.
“Prenses, bekleyin…”
Tek düze bir tonla bir şeyler söylerken avuç içini alnıma bastırdı ve hemen acı ikiye katlandı.
Acı git gide kafamdan vücudumun geri kalanına yayılırken yaşlı adamın elinden uzaklaştım. Işık gözlerimin önünde parladı ve sonunda her şey beyaza boğuldu.
“Prenses!”
“…”
Dinlemeye enerjim olmadığından bana seslenen ses yüksekti ama sonradan yumuşadı. Acı içinde kıvrandım. Vücudumdan neyin aktığını bilmiyordum. Göz yaşı mı burnum mu yoksa salyam mı bilmiyordum.
Soğuk bir şeyin elimle hareket ettiğini hissettim. Mücadeleyken olan hayat çizgisiymişçesine ona sıkıca tutundum.
“Yardım…”
Birden bire acının yavaş yavaş kaybolduğunu hissederken yumuşak bir şeyin damarlarımdan aktığını hissettim.
“?”
Kıvrıldım ve sersemlemiş bir şekilde göz kırptım. Yana yatmış görüntü kuru toprağı ve sert gümüş bir zırhı gösterdi. İnledim.
“Uğh…”
Hayat çizgisi gibi tutunduğum şey zırhlı bir ayaktı.
Bir ayak mı?
Benimkinin üstünde büyük, sert bir el vardı. Yavaşça baktım. Bakar bakmaz bana doğru bakan bir adam gördüm.
Başıboş bakış nereye gitti? Şimdi, bir telaş, kaygı ve çilenin karışımı vardı.
“Prensesi, iyi misiniz?” Belgoth imparatoru ısrarlı bir tonda konuştu.
“…”
Küçük göz damlaları yüzümden aşağı akmaya başladı. İşte o zaman ağladığımı ve yerde küçük bir birikinti oluşturan akan bir burnumun olduğunu fark ettim.
Acı içinde kıvranıyordum, bu yüzden hüngür hüngür ağlamıştım.
“Hiing… Bu ne ki…”
Son bir geç gündür endişe içinde ablamı izliyordum ama onun yerine ben kaçırıldım. Daha önce hiç ata binmemiştim. Ayrıca bütün bedenimde yeni bir tür acıyı deneyimledim.
Sonunda gözyaşlarına boğuldum.
Bunun olacağını biliyordum.
“O zaman bile… Yapardım.”
Bu en üzücü kısım.
“Prenses.” Belgoth imparatoru utanmış gibi bana baktı.
“Ablamı alamayınca sadece ayrılabilirdin. Neden beni aldın? Kötü… Kötü… Hiing…”
Bu dünyadaki her şey üzücüydü. Üzgündüm ve bütün yüzüm ıslaktı.
“Kardeşim… Tezevia… Abla…
25 yaşındaydım ve bu durumdaydım. Üzücü olan aynı şey kitaptaki karakter Tezevia’nın başına gelmişti.
Bu esnada yüksek sesle ağlarken onları sıktığımdan parmaklarım sertti.
Başka bir şeye tutunmalıyım. Hiik.
Ağlarken beni izleyen Belgoth imparatoru benden bayağı utanmışa benziyordu. Sonraki anda vücudum kaldırılmıştı.
“!”
Bir bez bebek gibi kaldırılmıştım. Tanrılar tarafından yontulmuş olan bir yüz önümdeydi. Benim şu andaki acınası durumumum aksine o çok yakışıklı görünüyordu.
“Hiik… Uck… Hiik…”
“Neden bu kadar üzgünsün?”
İmparator koltukaltımın altında olan elleriyle bedenimi kaldırdı. Kâğıttan bir bebekmişim gibi beni kolayca etrafta hareket ettirdi.
Kenara çekildi, sonra beni üzerinde Belgoth’un sembolü olan mor bir bayrağa bıraktı.
Bir imparatorluğun bayrağı üzerine oturduğumu fark ettiğimde o kadar şaşırdım ki ağlamayı kestim.
“Ah-Hah.”
“Neden bu kadar üzgünce ağlıyorsun?”
Ağlamayı kestiğimde hıçkırığım tuttu. Bunu durdurmanın hiçbir yolu yoktu. Gözyaşları ve akan bir burunla imparatora baktım.
Beni imparatorluk bayrağının üzerine bıraktıktan sonra ayağa kalktı ve tekrar önümde eğilmeden önce bir hizmetçiden bir şey aldı.
“Manaya karşı hassas olduğunu bilmiyordum. Özür dilerim. Çok acıttı mı?”
“Evet, evet?”
“ Ani kaçırış yüzünden şok olmuş gibisin.”
Lebovny’e bir ders vermek isteyen kaçırıcıdan beklenmeyen bir özürdü.
Bütün şeye uyandığımdan ona çok aptal bir yüzle baktım.
İmparator hizmetçiden aldığı mendille yüzümü silmeye başladı.
İnce ve yapış yapış şeyler vardı.
Ah, hadi ama. Uğh, bu çok utanç verici.
“Ben… Ben kendim yapacağım.” Mendile karşı sessizce söyledim. Hâlâ bir ülkenin prensesiyim, çirkin görünemem.
İmparator bana mendili verdi ve ben çabucak onunla yüzümü sildim. Önceden hissettiğim acı bir yalanmış gibi tamamen gitmişti.
Kafam öncekinden daha hafif gibiydi. Acıyan tek yer gözlerim ve tıkanmış burnumdu. Başka acı yoktu.
O acı da neydi?
“Her zaman manaya karşı hassas mıydın?”
Bu soruya sahip olan tek kişi o değildi.
***
Çevirmen: Ashera
Harika iki bölümdü. Yakında sınav haftalarım olacağından bir süreliğine bölümler yavaş gelebilir.