My Fiance is in Love with My Little Sister - 3.Bölüm
Eğer dediğin doğruysa, neden sadece sen?
Neden sadece sen aynı anı tekrarlıyorsun?
************
Neden, neden, neden.
Anılarını hatırladıktan sonra, eski ben bütün hayatı boyunca bu kelimelerin etkisi altında kalmıştı. Hayatım her tekrarlandığında, bir şeyler biraz değişse bile, nişanlım her zaman kardeşime aşık olmuş oluyordu. Ve ben de, ona aşık oluyordum. Ne olursa olsun sadece bunlar değişmiyordu. Her şey bu gerçeklerden kaynaklanıyordu. Yine de, ne olursa olsun değiştirilemez kalıyorlardı.
Aynı zamanda, tekrarladığım bu idrak etme her zaman çay partisinden sonra geliyordu. Belki, nişanlımla kardeşim hiç tanışmamış olsaydı, kader çok farklı bir yöne gitmiş olabilirdi. Ama sanki kaçınılmazmışçasına, o çay partisinde kaderlerindeki karşılaşmaya erişiyorlardı. Onları bu karşılaşmaya yönlendiren de ona aşık olan benden başkası değildi. Böyle acıklı bir görüntüye gülemiyordum bile. Bu olayı önlemek mümkün değildi.
İkisi tanıştılar ve aşık oldular. Başta, tek taraflı sansalar da çok geçmeden karşılıklı olduğunu anlıyor, ve hiç kimsenin anlamasına izin vermemeleri gerektiği düşüncesini birbirleriyle paylaşıyorlardı. Ve ben, onlara en yakın olan kişi, onların bu tür duygular hissetmeye başlamalarını ve duygularının nasıl geliştiğini izliyordum. Hayır, böyle bir gelişmenin bana gösterildiğini söyleyebilirdiniz. Çünkü ben hiç var olmasaydım, o ikisi de hiç tanışmamış olurdu. Ama ben burada olduğum için, beraber olamıyorlar.
Birbirlerine tanıştırıldıkları çay partisinde, Soleil’in bana baktığında kendimden utanmama sebep olan gözleri tamamen sıcaklığını yitirmişti. Bu zamana kadar Soleil’e yaklaşan her bir kadını sert sözlerle eleştirdiğimde beni dürüstçe azarlardı. “Bu yaptığının ne sana, ne bana faydası var.” Onun bu görüşüne rağmen durmadım. Çay partisinde olduğu gibi.
“Soleil-sama’ya bakarken gözlerini süzme” “Narin gibi davranıyorsun, ne korkunç bir çocuk” “Soleil-sama’yı benden çalmaya çalışıyorsun”
Ağlarken, neredeyse çığlık atacakken, aklıma gelen tüm kötü sözleri söylemiştim. Görünüşümün daha da çirkin ve utanç verici olduğu söylenebilirdi. Aslında, çıkardığım olayı duyan anne babam o kadar sinirliydiler ki bana vurabilirlerdi. Soleil’den özür dilemek için başlarını eğdiler ve sertçe beni ayıpladılar. ” Davranışların çok utanç verici, tam bir rezillik.” kardeşime ilk bakışta aşık olan ve gözleri hâlâ duygu yüklü olan o, anne babamın özürlerini kabul ederken, kardeşine kötü bir dille konuşan benden iğrenmeye başlamış gibi gözüküyordu.
Fakat, akıllı nişanlım yüz ifadesinde bunu göstermedi.
Çünkü evliliğimize çoktan karar verilmişti, bu durumu geri almak çok zor olurdu.
Soleil’in eşi olmak için yetiştirilmiştim, başka bir deyişle bir yeri nasıl yöneteceğimi öğreniyordum. Bu bir gecede olmadı. Tarihe çalıştım, toprağa, topluma ve onların yönetimine. Yabancı dillerde uzmanlaştım, rakamlar ezberledim, sosyal durumları kavradım. Ailelerimizin statüleri uyuşmadığından hor görüldüğüm için, her şeyi erkeklerle eşit olabileceğim noktaya kadar son derece ezberledim. Bu yüzden uzun yıllar ve zorluklardan sonra buraya varabildim. Marki hanesinin hanımı olmam için yetiştirildiğimden, bu görevi yerine getirmeye en uygun olan bendim. Aynı yeterliliklere sahip başka biri yoktu. Herhangi biri bunu kolayca fark edebilirdi.
Ve hepsinden öte, Soleil’i sevdiğim gerçeği bu ilişkiyi bitirmeyi daha da zorlaştırmıştı. Başından itibaren aşk barındıran siyasal bir evliliğe rastlamak son derede nadirdi. Etrafımızdaki insanlar, özellikle benim ve Soleil’in anne babası, ona aşık olduğum gerçeğini memnuniyetle karşıladı. Soleil’in Silvia’yı sevme olasılığı hiç akıllarından geçmedi. İnce bir buz tabakasını andıran gözleri bütün duygularını örtbas ederdi.
Buna karşın, Soleil benden hoşlanmış gibi gözükmese de, yine de bu siyasal evliliği kabul etti. Nişanı bozmaya uğraşmak yerine, bunu siyasi bir strateji olarak kullandı ve bana nişanlısı olarak iyi davrandı. Soleil aşık olmuş sıradan bir adamdı. Ama aynı zamanda, bir bölgeye hükmetmekten sorumlu bir asildi. Sorumluluğunu ve görevini yerine getirmek için, benimle evlenmeye kararlı gibiydi.
Zaten siyasi evlilik demek böyle bir şeydi.
Bana aşık olmadığı gerçeği beni memnun etmediyse de, hâlâ sorun yok diye düşündüm. Soleil’in nişanlısı olarak yapmam gereken şeyin bu olduğunu düşündüm. Evlenmek, beraber yaşamak, bir yere hükmetmek, sonunda bir çocuğumuzun olması, kendime, biraz zaman geçirdikten ve birbirimizi tanıdıktan sonra her şeyin yoluna gireceğini söylemeye devam ettim. Çünkü onu seviyordum. Onu bütün kalbimle seviyordum işte. Sanki çocukken beslediğim hisler kalbime derince kazınmış da hiçbir zaman silinmeyecekmiş gibi. Bu yüzden ilişikimizin iyi gitmeyeceğini düşünmek hiç istememiştim.
Sonunda, Soleil ve ben evlendik.
Ben onsekiz, Soleil yirmi, Silvia onyedi yaşındaydı. Akademiden mezun olduğum zaman evlenmiştik. Soleil ve Silvia’nın tanıştığı çay partisinden iki yıl geçmişti. O zamanlar Soleil nihayet tam teşeküllü bir şövalye olarak görülmeye başlamıştı ve işi başından aşkın olduğu için topraklarına dönmesi çok zordu. Bu gerçek, düşüncelerimin netleşememesine sebep oldu. Başka birinin bakış açısından, Soleil’le ben birbirimize karşı hiç de düşman gibi değildik. Ben de böyle düşünüyordum. Onunla konuşacak olsaydım bana soğuk davranmazdı ve sıcakkanlılıkla cevap verirdi. Her zaman bana, nişanlısı olarak olması gerektiği gibi davranırdı. Evlendikten sonra da bir eşin nasıl davranması gerekiyorsa öyle davrandı. Bana bir eşin nasıl muamele edilmesi gerekiyorsa öyle muamele etti. Beni yorgun görecek olursa, seslenir ve usulca ” İyi misin? Biraz dinlenmen lazım.” derdi. Ona bir şey danışsam nazikçe bir çözüm yolu bulmaya çalışırdı. Eğer bir şey için endişeleniyorsam, bana tavsiyeler verirdi. Bu uzak mesafede, bir an için görür gibi olduğum nezaketine kanmıştım.
İyi bir kocaydı. Sanki olması gereken sıradan ‘koca’ rolünü yalayıp yutmuştu.
Sözleriyle ve tavrıyla, centilmence davranan nazik bir kocaydı. İdeal bir ‘koca’ gibiydi. Evet, ideal. Bir noktadan sonra neler düşündüğünü anlamaya başladım, ‘Böyle yaparsam karım söz dinleyebilir herhalde’, ‘Böyle konuşursam, kesin hiç ses çıkarmaz.’ Muhtemelen kız kardeşimin önünde sergilediği davranışlara, jestlere ve yüz ifadesine tanık olduğum için bunu anlayabildim.
Aile denen şey gerçekten çok can sıkıcıydı. Biraz uzaklaşabilinse de bağlar asla koparılamazdı. Bu özellikle de asil bir ailede doğanlar için geçerliydi. Sadece görünüşte de olsa, aranızda her şey yolundaymış gibi davranmanız gerekiyordu. Çünkü aileniz rahatsız edici söylentilerden dolayı zorluklar çekebilirdi. İlk çay partisinden sonra başkalarına da katılmamızın ve dostluğumuzu kalıcılaştırmaya çabalamamızın sebebi buydu. Hayır, aslında çaba göstermesi gereken sadece bendim. Her zaman, ilk çay partisindeki hatamı telafi etmek için bu partilere mecbur katılmam gerektiğini hissettim.
Bu nedenle düzenlenen çay partisinde, birbirlerine bakan Silvia ve Soleil’in yanındaydım, onları izlerken masanın altında ellerimi tüm gücümle sıktım. Kendime aynı hatanın bir daha yaşanmaması gerektiğini söylüyordum. Çay partisinden önce Soleil kardeşime iyi davranmam için beni nazikçe uyarmıştı. Olması gereken koca rolünü oynayan Soleil’in karşısında, benim de oynamam gerekiyordu. Eğer bunu yaparsam gözlerinin bana döneceğini düşünmüştüm.
Ancak böyle bir şey asla gerçekleşmeyecekti.
Soleil’in uzun parmakları, kardeşimin hafifçe okşansa bile dağılacak gibi duran ince gümüş rengi saçlarına değiyordu. Kardeşim utanarak kıkırdadı. Gül yaprağı şeklindeki mükemmel dudakları saf ama nazik bir biçimde gülümsedi. Gözlerimi kapatabilseydim hemen kapatırdım. Fakat, şimdi bunu yapamazdım. Çünkü ben Soleil’in karısıydım.
Gülümsüyormuş gibi bile yapamadan, ona teşekkür ettim. ” Kız kardeşime iyi davrandığın için teşekkür ederim.” Bunu dedikten sonra, Soleil her zamanki gibi gözleri duygusuz kalmaya devam ederken gülümsedi. “Ne de olsa bir aileyiz, elbette böyle olmalı.”
Bizi izleyen kız kardeşim, masum yüz ifadesiyle birkaç söz söyledi. “Abla, gerçekten çok şanslısın. Ne kadar iyi bir kocan var.”
Fakat, gözlerinde kıskançlık ve gıptanın harmanlanmış olduğunu biliyordum. Vücudu zayıf olduğu ve doğum yapması zor olacağı için henüz bir nişanlı bulamamıştı. Bana baktığında gördüğü, elde edemediği her şeye sahip olan bir abla mıydı acaba, merak ediyordum. Sadece bir gülüşüyle etraftaki herkesi aldatabilen küçük kız kardeşim, benim hakkımda ne düşünüyordu merak ediyordum.
Marki karısı olmanın verdiği sosyal konumla, hem itibar hem de zenginliğim, hem de şövalyelerin başı olan bir kocam vardı. Dışarıdan bakılınca, gerçekten çok şanslıymışım gibi gözüküyordu.
Doğru, bunlar benim de istediğim şeylerdi.
En nihayetinde, bir marki ailesinin gelini oldum, en nihayetinde, bunun için yetiştirilmiştim. Bu yüzden, bunu fark etmemiş olan eski ben aptaldı.
Soleil’le hiç evlenmemiştim.
“Abla, çok gerçekten çok şanslısın.”
Kız kardeşimin sesi kafamın içinde yankılanıp duruyordu.
… … Ve sonra, böylece üç yıl daha geçti.
Birdenbire, kız kardeşim vefat etti.
Hassan vücudu olan bir genç kız olduğu için, ölecekse, herkes hastalığı yüzünden öleceğini tahmin ederdi. Fakat aslında, şehir tiyatrosundan dönerken, eşkıyalar tarafından saldırıya uğramış ve öldürülmüştü.
Haberler bize ulaştığında, Soleil’le birlikte akşam yemeği yiyorduk. Bu, şövalyelik işlerinden başını kaldıramadığı için nadiren konağa dönen Soleil’e yaptığım bir öneriydi. Ondan arada bir beraber yemek yememiz için zaman ayırmasını rica etmiştim. Üç yıl geçmesine rağmen hiçbir hamilelik belirtisi göstermemiştim. İnsanlar bu konuda eleştirmeye başladıklarından, Soleil bu öneriyi düşünmeye karar vermişti. Gözlerimin içine kolaylıkla bakarken, teklifime katılmıştı.
Neredeyse hiç konuşmadığımız bir akşam yemeğiydi. Yine de mutluydum. Sevdiğim adamın yüzüne bakarken yemek yemenin zevkini çıkarıyordum.
Böyle sıradan bir manzara, birden karanlığa büründü.
Kahya sessizce Soleil’in kulağına bir şeyler fısıldadı. Ona bakarken, büyük ihtimal işle ilgili bir şeyler olduğunu düşünüyordum ki, Soleil daha önce hiç tanık olmadığım bir yüz ifadesiyle bana doğru baktı. Çok karanlık bir bakıştı, nefretten daha da karanlık ve derin görünen bir şey dışında, bir kara delik bütün duygularını yok etmişti sanki.
“Sen?”
Neler olduğunu anlamayan bana bunu söylemişti. Bir eliyle masadaki her şeyi yere devirirken solmuş yüzüyle bana doğru bakıyordu.
“Bu, senin işindi, değil mi?”
Sessizce söyledi ama ben açıkça ne dediğini duydum.
Aniden böyle bir şey söylemişti ama ben hâlâ neler olduğunu bilmiyordum. Ne evet , ne hayır diyebildim. Bana yönelttiği bakışın altında ezilirken korkudan titriyordum.
“Efendim!”
Belki o an kahya onu durdurmasaydı, çoktan öldürülmüş olabilirdim. Korkudan titreyen ve masanın dibine yığılan ben, kocam tarafından suçlanmıştım.
“Sen, Silvia’yı sen öldürdün, değil mi?!”
***
Çeviren: Kömbe